Kendini tarihinden ve kültüründen koparmış bir toplum, hafızasını kaybetmiş insanlara benzer. Nereden geldiğini bilmediği gibi hangi yöne gideceğini de tayin edemez. İnsan aklının ve vicdanının ürettiği değerlerden yoksun, anlamsız bir yaşantıya mahkum olur.
Köy, kasaba, şehir her beldenin olduğu gibi Bulam’ın da bir geçmişi vardı. Bu geçmiş, yaşanmış hikayelerinde olduğu kadar bazı tarihi kalıntılarında da vücut bulmuştu. İşte o geçmişi, bazı sembollerle, yaşanmışlıklarla bu yazıya konu etmeye çalışacağız.
Kaya Mezarları:
Üç tane kaya mezar vardı. Bir tanesine Aldinler Mağarası deniliyordu. İlk yapılan belediye binasının altmış metre kadar alt kısmındaydı. On beş yirmi yıl önce tam üstüne ev yapıldı, kaya mezar yok edildi.
İkincisi Kaya Mahallesinin ortasındaki Soku Taşının dibindeydi. Onun ne durumda olduğu hakkında bilgi sahibi değiliz.
Üçüncüsü Zerban yerleşkesinin yüz metre kadar güneyindeki yamaçtaydı. En son giriş kısmının birkaç metre çapında genişlediğini gördüğümüzde, içinde dinamit patlatıldığını söylemişlerdi. Oysa girişi ancak bir insan bedeninin sürünerek içine girebileceği genişlikteydi.
Çocuk yaşımızda hiçbir anlam veremesek de binlerce yılın aziz hatıralarını günümüze taşıyan bu kaya mezarların önünden geçerken, başka bir alemle karşı karşıya olduğumuz hissiyle, içinde korkunun da yer aldığı anlaşılmaz duygular yaşardık.
Her üç kaya mezarlığın da Zerban pınarının yanı başındaki tümülüsün altında yatan kalıntıların ait olduğu uygarlığın o zamanlardaki yönetici kesimiyle doğrudan irtibatlı olduğu söylenebilir.
Eğer korunabilselerdi, buralarda yapılacak arkeolojik kazılardan elde edilen kalıntılarla günün birinde tümülüsün altından gün yüzüne çıkarılacak olanların, karşılaştırılarak, birlikte veya ayrı ayrı hangi uygarlıklara ait olduğu ortaya çıkacak ve bütün bu geçmiş gelecek kuşaklarla tanıştırılmış olacaktı.
Kandil Mezarlığı:
Pınarbaşı’nın eski mezarlığıydı. Mevcut Pınarbaşılılar yokken de orası mezarlıkmış. Altmış yıl kadar önce dolunca bugünkü yer mezarlığa açıldı. Üzücü olan, azınlıktaki Sünni kesimin ölülerini bu yeni mezarlığa gömmemeleri! Alevi iken Sünnileşen bir vatandaş, eski mezarlık dolunca bu ayırıma öncülük ederek kendi bağını Sünni Mezarlığı olarak bağışlamış ancak üç beş kabir konduktan sonra bu bağışından vazgeçmişti. Lakin bu konu artık bir ayırımcılığa yol açtığından ötürü Sünni kesim ovaya yakın bir alanda kendine ayrı bir mezarlık açmak zorunda kaldı.
Halbuki Sünni olsalar da yaşam biçimi ve değer yargıları tümüyle Alevilerinkiyle aynı, birçoğu Cumaya gittiği gibi Ceme de gider. Zaten herkes birbirine akraba ve iç içe bir yaşam sürdürmektedirler. Yahudi ve Hıristiyan mezarlıkları hariç Türkiye’nin hiçbir yerinde aynı tanrıya, aynı peygambere, aynı kitaba inanan insanların mezarlıkları ayrı değildir. Çünkü dinen, hukuken ve mantıken açıklanacak bir durum değildir. Sağken hayatı birlikte yaşayanların öldükten sonra ayrı mezarlığa defnedilmeleri akıl alır şey değildir. Dolayısıyla Bulamlılar bir an önce mezarlıklarını birleştirmelidirler.
İki nesil öncesine kadar yerleşim yerinin dışında olan eski mezarlık, bugün kasabanın tam orta yerinde kalmış ve neredeyse mezarlık olduğu anlaşılamayacak derecede belirsiz hale gelmiştir. Zerban’ın dışında bir mesire yeri de olmadığına göre eski mezarlık, orada yatan atalarımızın anısına saygı amacıyla, içinde sonsuza kadar onlara olan saygıyı anımsatan bir anıtın da olduğu anlamlı bir parka dönüştürülebilir.
Su Değirmenleri:
Pınarbaşı’nda Zerban suyunun döndürdüğü üç, Balıkburnu’nda da Ulubaba’dan gelen suyun önünde bir su değirmeni vardı. Önce Aşağı Değirmen sonra İsmail’in Değirmeni derken, bir gün baktık Bozo ile Balıkburnu değirmenleri de yok yerinde.
Su veya yel değirmenleri insanlık tarihinin en eski ama en uzun süreli teknolojisiydi. Su bolluğundan ötürü bölgede en uzun süre işlev görenler de Bulam’daki su değirmenleriydi. Adıyaman Malatya arasındaki bölgenin önemli bir kısmı bunlardan yararlanırdı. Bu değirmenlerden biri tüm aksesuarlarıyla birlikte kamulaştırılarak yerinde bırakılabilirdi. Tarihten silindiler, yazık oldu!
Eski Evler:
Gelişmiş bir medeniyete sahip olmalarına rağmen birçok Avrupa ülkesinde ailelerin birkaç yüz yıllık evlerde yaşadıklarını biliriz. Bulam’ın da yüz yıllık ya da olabildiğince eskiden kalan evleri vardı. Bunlar, uzun bir döneme ayna tutan evlerdi. Kalın taş duvarlarıyla, çamurdan sıvalarıyla, yeryüzünün en sağlam ve dayanıklı ağacı Anadolu Ardıçlarından yapılmış mertek, tersik ve sütunlarıyla, merteklerin üstünü kapatmak için Bulam ovasında toplanmış toprak ve su izolasyonunu sağlayan ılgınlarıyla, topraktan damlarıyla, topraktan siperleriyle, damdaki toprağı su geçirmeyecek şekilde sıkılaştıran loğlarıyla, siperlere vurulan tokaçlarıyla, kar küreme kürekleriyle, ağaç örgülü ve çamur sıvalı bacalarıyla bu evlerden bir ya da birkaç tanesi yine kamulaştırılarak korunabilirdi.
Yine de Pınarbaşı’nda, Kurudere’de böyle eski bir ev varsa şayet mutlak surette koruma altına alınabilir.
Soku Taşı:
İnsanlık, üretimini yaptığı günden beri tahılları ezmek, kırmak için de çeşitli aletler ve yöntemler kullanmıştır. El değirmenleri birçok ailede vardı ancak buğdayı döverek dövme, yarma, kırarak bulgur gibi farklı mamullere dönüştürmek için soku taşını kullanırdı. Soku taşı bütün Pınarbaşılıların ortak malıydı. Kaya Mahallesinin tam ortasında, alt ucunda yazının başlarında bahsi geçen kaya mezarlardan birinin bulunduğu iki dekarlık yer kaplayan hafif meyilli yayvan kayanın üstündeydi.
Hasattan sonra Pınarbaşılılar sırayla burada kurduğu kazanlarda buğdayını kaynatır, geniş yayvan kayaya serdiği kıl çulların üstünde güneşte kurutur, ahşaptan bir tokmakla o soku taşında döverek yarmasını, dövmesini yapar, sürekli orada bulundurulan el değirmeniyle de bulgurunu yapardı. Yaz mevsiminde orası günlerce süren bir bayram yerine dönerdi.
İşte burası korunarak, burada yaşanan kültürün anısı bugüne ve geleceğe taşınabilirdi. Soku taşı nerede, buranın korunacak bir tarafı kaldı mı, o tarafını bilmiyoruz.
Anıt Ağaçlar:
Bir ağacın “Anıt Ağaç” olabilmesi için yüz yaşını geçmiş olması ve bir de hikayesinin olması gerekiyor. Kaya Mahallesinin “Çınaraltı” diye bir meydanı vardı. Bu meydan, Pınarbaşı’nın sosyal hayatının cereyan ettiği yerdi. Adını aldığı birkaç asırlık kocaman bir çınar vardı bu meydanda. Çınarın orta üst dalında yağmura, kara, rüzgara her türlü fırtınaya dayanıklı bir leylek yuvası dururdu. Kale gibi sağlamdı. Her yıl Mart ayının on üçünden sonra bir çift leyleğin o yuvaya gelişi, baharın gelişinin de müjdesiydi Bulamlılara.
Bugün o çınar olsaydı, bir anlık bile olsa gölgesinde durmuş, hayatta olan veya olmayan bir yakınımızın hikayesini bize ve bizden sonrakilere anlatıyor olacaktı.
Bu konuda bundan yetkin bir anıt ağaç daha var ve hayatta; O da Kaya Mahallesindeki “Ali Bali Bihe Dutu”! Bu dutun yaşı tespit edilirse, en az bin yaşında olduğu anlaşılacaktır. Malum; Alevilerdeki doğanın canlı cansız nesnelerine karşı saygının ifadesi olan bir kutsallık da atfedilmektedir bu duta.
Bir gerçek daha var ki Bulam’ın adının bu dutun adıyla bağlantılı olmasıdır. Eğer Bulam adının nereden geldiği bilinmek, anlaşılmak isteniyorsa bu kutsal dutun adının temellerine inilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu dutun Pınarbaşı Belediyesi tarafından “Anıt Ağaç” olarak tescil edilmesi, çevresiyle birlikte kamulaştırılarak korumaya alınması asla ihmal edilmemesi gereken bir konudur.
Çeşmeler:
Pınarbaşı’nda dört kadim çeşme vardı. Bir tanesi İsmail Konağı’nın önündeydi. Kaya Mahallesinin üst ve orta doğu kısmının içme suyu ihtiyacını gideriyordu. İkincisi Soku Taşı alanındaydı. Kaya Mahallesinin üst batı kısmına hitap ediyordu. Üçüncüsü, eskide Okul Önü denen bugün kasabanın meydanı olan yerdeydi. Daha çok eski ilkokulun öğrencileri ile etraftaki az sayıda ev yararlanırdı bu çeşmeden. Dördüncüsü de yine cami mahallesinde İşleyen’lerle Söylemez’lerin evlerinin arasındaydı. Mimarileri aşağı yukarı birbirine benzemekteydi. Hepsinin önünde üç beş metre küp su kapasiteli havuzlar bulunmaktaydı. Her iki mahallenin alt çeperinde oturanlarsa yakınlığından ötürü Zerban suyundan yararlanmaktaydı.
Kurudere’de birisi mahallenin üst başında Kaplan’ların evinin önünde, ikincisi de Kurudere İlkokulu yapıldıktan sonra okulun hemen yakınına yapılanıydı. Hafızam beni yanıltmıyorsa Aktaş Mahallesinde ve Balıkburnu’nda Demirci ailesinin olduğu yerde ana yol üstünde de birer çeşme vardı.
Bunların yapılış tarihlerinin ilkinin bin dokuz yüz kırklar, diğerlerinin de elliler olma ihtimali çok yüksek. Belki ahım şahım bir mimarileri yoktu ancak anısı olan her şey gibi bu çeşmeler de yarım asrın çok üzerindeki bir geçmişin hikayelerini taşımaları bakımından mutlaka muhafaza edilmeleri gereken kendi çapında birer tarihi eserdiler.
Bunların anısına, yerlerinde sembolik birer çeşme yapılabilir mi? Neden olmasın, sadece kişilerin değil toplumların da kayıp zamanlarının izinden gitmelerinden daha doğal ne olabilir ki!
Müze Salt Şehirlerde Olmaz Ki:
Nereden gelip nereye gittiğini merak eden, geçmişini bilmek, kültürünü ve yaşam biçimini korumak isteyen insanlar ister kentte ister köyde yaşasınlar müzeciliğe önem verirler. Aynı zamanda müzeler, insanların uygar olup olmadıklarının bir ölçüsüdür de. Bizim yaşımızdakiler hayal meyal da olsa hatırlayacaklardır; çakmaklı tüfekleri, Çerkez kamalarını, eski medeniyetlerin hiyerogliflerinin nakşedildiği el dokumaları ile bakır tabakları. Çifte sürdükleri öküzlerin, bindikleri ve yük taşıttıkları atların, katırların koşumlarını, çoban kepeneklerini, erkeklerin giydiği abaları, çarıkları, kızların nişanlıyken ve evlendikten sonraki kıyafetlerini ve daha birçok şeyi.
Bulam’da tulum yayıklarla ayran yapılırken bu malzemeler vardı. Ancak memlekete tenekeden yayık girdikten sonra bütün bu yaşamsal ve etnografik malzemeler birer birer yok oldu. Kullanılışları kolay olduğundan, kurnaz gezgin satıcılar alüminyum ve plastik kapları bolca dağıtıp karşılığında kaç nesil görmüş bu eşyaları alıp tüydüler. Geride ne kaldı bilmiyoruz. Bizim derdimiz, eğer geride bir şeyler kalmışsa bari bu kalanların kurtarılmasıdır.
Diyeceksiniz ki “Bulam’da konuşulacak başka konu kalmadı da müzeden mi söz ediyorsunuz?” Elbette konuşulacak çok şey var. Biz de biliyoruz; ekonomisinin yolunda olmadığı bir memlekette kültürden, sanattan, gelişmiş medeni yaşamdan bahsedilemeyeceğini, ekonominin toplumların altyapısı sosyal ve kültürel hayatın da üst yapısı olduğunu! Lakin yazının başlığından da anlaşılacağı gibi bugün burada söz konusu ettiklerimiz, ekonominin dışındaki konulardır.
Gerçi ekonomiyle ilgili önerilerimiz de olmuş ve Bulamlılar bir tanesiyle dalgasını bile geçmişlerdi ya! “Yaylalarımızda volkanik hareketlerin oluşturduğu geniş çaptaki binlerce çukurun tabanı çok verimli alüviyal topraklardır. Aşırı soğuk ya da sıcak olmayan bu serin iklime uygun susuz yetişen yem bitkileri ekilebilir. Gerekirse Çatalpınar Dağındaki iki kaynağın suyu bu doğal çukurlardan birine aktarılarak sulama göleti yapılabilir. Bu suyun yettiği kadarıyla da sulu yem bitkileri yetiştirilerek bölgede yapılacak hayvancılık fevkalade desteklenebilir” demiştik. Ancak bazı Bulamlılar, bu söylemimiz üzerine “Önder Gümüş Bulam’a deniz getireceğim diyor” demişlerdi.
Konumuza dönersek, müze dediğimizde Londra Müzesi gibi her yıl on milyonlarca kişinin ziyaret ettiği bir müzeyi kastetmiyoruz tabi. Gelecek nesillerin, kendinden öncekilerin yaşamını şekillendiren, anlamlandıran üretim araçlarının, eşyaların neler olduğu hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayacak bir mekan hazırlamaktır o kadar. Dışarıdan gelen bir konuğunuza, nasıl bir geçmişten, bir yaşamın içinden geldiğinizi göstererek anlatmak kötü bir şey olmasa gerek. Toplumların geçmişi göbek bağı değildir ki kesip atasın; tam aksine gelen her yeni neslin aklına ve kalbine yerleşmesi ve sonsuza kadar canlı tutulması gereken hafızadır müze.
Sonuç:
Yeryüzü, bütün canlıların habitatıdır. Hiçbir cansız madde tesadüfen olduğu yerde değildir. Hiçbir canlı kendi isteği ile hayata gözlerini açmaz. Her şey doğanın döngüsüyle zuhur eder. Canlı veya cansız her şeyin bulunduğu yerde olması da onun kaderidir. Bu gerçeği idrak eden tek canlı ise insandır. Zira insan düşünen bir varlıktır.
Öyle ise nerede olursa olsun, doğanın döngüsü ile uyum içinde bir hayatı sürdürebilmek insanın kendi elinde olan bir şeydir. Bu da tek başına yetmez; çünkü insan, sadece aklı değil vicdanı ve duyguları da olan bir varlıktır. Bunları birlikte kullandığında ancak hayata anlam katabilir.
Bulamlıların, kendi kaderi olan coğrafyada yaşamdan haz duyarak yaşayabilmelerinin yolu ise geçmişini ve kültürünü yüreklerinde olduğu kadar bazı kurumsal ve yapısal değerlerle geleceğe taşıma iradesini göstermelerinden geçer.
Önder Gümüş/6 Temmuz 2022